Mezireden Çıktım, Ağrıyor Başım



Mezireden Çıktım, Ağrıyor Başım Türküsü Hakkında Bilgiler:

Türkünün Dili: Türkçe

Türkünün Yöresi: Elazığ

Kaynak Kişi - Derleyen: İshak Sunguroğlu

Türkünün Hikayesi: Her türkü, bir hicranın destanıdır. Muhakkak samimi bir sızı kalacak ki, gönüller dile gelsin. İşte Kâtip’in vuruluşu da, onu sevenlerin, tanıyanların kalbinde ummaz bir yara açtı. Çünkü Kâtip; gençti, güzeldi, yiğitti. Fakat bu genç yaşta, yürekler acısı olarak dünyadan el çekti. Sonra onun ölümü betbahtça olmuştu. Ona acıyanları, bu hal daha çok acındırıp içlendirdi. Kâtip, Elâziz’in Anbar mahallesinde oturan Piranlı ailesinin büyük oğludur. Adı Mehmet’ti. Kendisinden küçük Nuri ve Reşad adında iki kardeşi daha var. Bir de onu annesinden bile fazla seven bir kız kardeşi vardı ki Kâtip en çok onun kalbinde yaşamıştır. Babaları çoktan beri kendilerinden ve memleketten uzakta, ta Amerika’da bir fabrikada usta başıydı. Fakat oğullarını ve eşini unutmamış, onları her vakit mektupla arayıp soruyor, bazen de para gönderiyordu. Babanın yetim gibi küçük bırakıp gittiği oğlu Mehmet, şimdi büyümüş, okumuş hatta mektupçuluk kaleminde kâtip bile olmuştu. Memurluğunu bilmekle beraber gülüp eğlenmeyi de ihmal etmez. Çünkü genç bir delikanlıydı; bu yaşlarda herkes gibi eğlenip safa sürmek onun da hakkı. Yalnız eğlenmek herkesin kârı, müşkül olan, gönül vererek azap çekmek suretiyle eğlenmesini bilmekte... Fakat belli olmaz. Her şeyden titiz olan gönül, pejmürde olan güllerde de letafet arar. Sevenin gözü görmez, görse de hayalindekini görür derler, doğrudur. İşte Kâtip de böyle, birçoklarının sevişip kokladığı bir Ermeni kızına gönül kaptırmıştı. Sara ile sıkı sık konuşup görüşmek, sevişip sarışmak, onun için en büyük bahtiyarlıktı. Hançer kaşlı, siyah parlak yüzlü sevilen bu Ermeni güzeli yaman bir yosmaydı. Yosmaların da en fettanı, en hünerlisiydi. Fakat ne de olsa bir yosmaydı. Gönül vermeyenler böyle düşünüyor, Kâtip’i de kınıyorlardı. Çünkü, yalnız kâtip’i dost bilse ne iyi... Başkalarına da yüz gösteriyor. Kâtip de bu hali bilmiyor değil. Biliyor amma ne yapsın, bir defa dost bilmiş, gönül vermişti. Sara’yla yüz yüze gelince, kendisine gülen karanlık gözlerde, apaydın bir okşayış seziyor. Sevilen yosma olsun, ne çıka? Onun da kalbi yok mu? Belki de kâtip, sevdiği nisbette seviliyordu. Zira, gönülden gönüle yol vardır. Birlikte geçen saatler kâtibe, gönül tahtına kurulan bir sultan gururu verdi. Bu tahtın kendisinden esirgendiğine, şüphe etmeyi haksızlık sayıyor. Sevilmeyene bu kadar güler yüz, bu kadar tatlı söz neye lazım. Beraber içip eğlenirken, konuşup gülerken yalnız kendi iştiyaklariyle birbirlerine yaklaşıyor, birbirlerinden uzak düşüyorlardı. Evet bu muhakkaktır, yosmaların da bir kalbi, bir vefası, bir sadakati vardır; onlar da nazlanmasını, özlenmesini bilirler. Kâtip babasından gelen mektubu okuyunca çok sevindi. Gönderilen toplu parayı bankadan alınca, neşesinin bir eğlence ile devamını ve artmasını diledi. Babasından gelen paranın büyük kısmını annesine verdi. Bir miktarını da Top Top’da kendisini gözleyen dostuyla geçireceği şen saatlere ayırdı. Annesi oğlunun eğlenmesine razıdır ama her yerde ve herkesle düşüp kalkmasına rıza göstermez. Anne kalbi değil mi, baba yiğitlerin dahi peşini bırakmayarak onlara korucu olmak ister. Annesinin, “Etme oğlum, gitme yavrum” diye yalvarışına, yolunu kesişine, karşısına dikilişine kâtip aldırmadı. Hatta hayırsız evlat, annesini biraz da azarlamıştı. Ana oğlu arasındaki çekişmeyi duyan bitişik komşular böyle anlatıyorlar. Kâtip dostunun evinde sabahlamak ve şen bir gece geçirmek için eniştesi Arap Mehmet’e de haber verdi, onun da Top Top’a gelmesini istiyordu. Fakat eniştesi: “Akşamın hayrı, sabahın şerrinden kötüdür. Gel vazgeç. Gitmeyelim, başka gün gideriz, hem annenin de kalbini kırdın, iyi eğlenemeyeceğiz” diyerek bir türlü yoldaşlığa yanaşmadı. Halk kâtibin eniştesini, kardeşi sanarak ona Arap kardeş demektedir. Halkın diliyle Arap kardeş bahaneler bularak kayın biraderini yalnız yolladı. Madem kendisi gitmiyor, keşke kâtibi de bırakmasaydı. Yahut onu yalnız bırakmasa, onunla birlikte gitseydi. Bunların hiçbiri olmazdı. Hem de kâtibin bütün ısrarlarına, tekrarlarına rağmen... Kâtip yoldaşsız olarak güneş batmak üzereyken Mezre’den çıktı. Top Top’a kavuşmak için, Harput’a doğru yol aldı. Yollarda bugün nedense bir ıssızlık var. Yürüdüğü yolda bindiği atından gayrı yolcu yok. İçinde dosta gidişin verdiği heyecanla yan yana, el ele kırıp ve kıvrılıp ayrılışın bıraktığı bir üzüntü, bir helecan var. Bazan ufak bir hatır kırış, insanın içinde büyük bir kırılış uyandırır. Kâtip de annesini kırmış ve içinden kırılmıştı. Hele eniştesinin de kendisini yalnız bırakması büsbütün kâtibi kaygılandırmıştı. Ancak sevgilisini görmek sevinci, onun tek tesellisiydi. El ayak çekildiği bir sırada, alaca karanlıklar içinde hediyeleriyle birlikte Harput’un dolambaçlı kenar yollarından geçerek Top Topa’a geldi. Her zaman ki gibi güler yüzle karşılandı. Sara bir Ermeni kızıdır ama sevmesini de sevilmesini de bilir. Birlikte yukarıya çıktılar, hoş beşten sonra oturup içmeye; eğlenmeye koyuldular. Artık Harput yokuşunca kâtip’i saran kaygu, karanlıklara karışan bir ışık gibi sönüp silindi. Bazı kaygular ışık gibidir, insana hakikati gösterebilirler. Çalıp söylüyor, gülüp eğleniyorlar, muhabbetler, türküler ve şakalaşmalar arasında zaman başı boş su gibi akıp gidiyordu. Kâtip, kırışına ve kırılışına rağmen, sevdiğinin dizinde en sevinçli dakikalar yaşadığından emindi. Eğlendiği yer, Top Top emin.. Ne kadar tekin olsa, yosma evi, yine tekin değildir. Fakat seven, tekin olmayan o bucağı, vefa surlarıyla çevrili bir aşk ocağı, bir gönül kalesi bilir. Bunun için de işkillenmeği vefasızlık sayar. Kâtip de sevdiğinin dizini kendisi için sağlam bir sığınak saydı. Dış kapı kapalı, eve başka taraftan girilecek yer de yok. Sonra bütün kapılar ardına kadar açık olsa da ne var? “Gönülden yâr sevenin, gözünde korku olmaz” sözü hakikat değil mi? Kâtip’in kimden korkusu var? Belindeki tabancası, emniyetini büsbütün çelikleştiriyor. Dakikaların değil saatlerin bile geçtiği belli değil. O kadar belli değil ki, dış kapıyı zorlayıp giren dört kişinin baskınını dahi sevişenler duymadılar. Yosma evinin misafiri fazladır. Her kanı kaynayan biraz da içip neşelendikten sonra kendi evine girer gibi, yosma evine kapıyı çalmadan girer. Fakat sevilenin dostu, onu sevenin düşmanı varsa girenler kapı kırarak, duvar yıkarak girerler. Ve bu giriş muhakkak ki iyi niyetli değildir. Kâtip, dostuyla baş başa, dudak dudağa sevişirken, oda kapısından dört gözü kanlı ansızın içeri saldırdılar. Ve sevişenlerin üzerine atıldılar. Kâtip tabancasına el attı. Belki boşa ateş etti, belki de ateş etmeye vakit bulamadı. Girenlerin gözünde dostun düşmana bağışlanması kininden doğan bir hain pırıltı vardı. Bu, dostun düşmana bağışlanması, kâtip için de en büyük namertlik değil mi? Dost bilinen, fahişe olsa bile... Kâtip tek başına, girenlerin üzerine atıldı. Bir dakika evvel, bir saadet kucağı sanılan bu oda, şimdi bir felaket ocağı, bir kıyamet bucağı oldu. Kanlı bir boğuşmadan sonra, dört kişi el birliği ederek zavallı kâtibi yere yıktılar. Bir kişinin dört kişiye karşı göğüs germesi! Yenilse dahi, kâtibi kınayan olur mu? Hem de habersizce ve namertçe bir saldırış üzerine! Fakat yere düşen kâtibi yenmek için saldırganlar, bıçak ve tabancalarından yardım dilediler. Kimi bıçağını çekti, kimisi de tabancasına el attı. Nihayet içlerinden en merhametsizinin tabancasından boşanan dumdum kurşunuyla kâtibin vücudu, cansız bir külçe gibi yere serildi. Türküde geçen: “Dumdum kurşunuyla serildi leşim!” mısrasıyla bu acıklı olay tasvir edilmiştir. Leş kelimesi, insan cesedi için, her yerde kullanılmazsa da, kâtibin, dört kişi elinde cansız yere serildikten sonra, cesedinin de hırpalanmasını ifade etmek için kullanılmıştır. Bazan bu mısra yerine “Zibillik başında serildi leşim” şeklinde bir mısra söylenir. Bu mısraın işaret etmek istediği şey, zavallı kâtibin felakete uğradığı yeri tahkir içindir. Yoksa kâtibe saygısızlık olsun diye sarf edilmiş sanılmasın. Kâtip güvensiz dostunun evinde can çekişirken, annesinden ilk ayrıldığı dakikaları hatırlayarak, ona karşı af dilemek, hayaline sarılmak istedi. Başının ucuna gelen annesinin, mahzun hayaline sarılır gibi oldu. Zavallı anne, sanki bu felaketi evvelden biliyormuş! Oğlu Top Top yolunu tuttuktan sonra da gözü arkasında kalmıştı. Esasen eniştesinin kâtibi yalnız bırakışı, annesini kırışından ve yalnız kalınca gitmekten vazgeçeceğini sanışındandı. Mezre’den başı ağrıyarak, içi kaygu dolu, karanlıklara bürünüp çıkan kâtip, vücudu delik deşik olduğu halde, bir araba içinde beyazlara sarılı olarak Mezre’ye döndü. Döndü amma, cansız, kanlı bir et ve kemik külçesinden ibaret olarak... Vurulduktan sonra, yaşadığı birkaç dakika içinde, dudağından şu sitemler acaba hakikaten dökülebildi mi? “İmdada gelmiyor hâin komşular, Di değme de değme yaram derindir; Yaram sağalırsa Mevlâ’m kerimdir.” Fakat kâtibin yarası sağalmadı. Daha da derine düştü, nihayet: “Benden selam edin kefen dikene” diyerek, kendisini çok seven kız kardeşine selam bıraktıktan sonra, vefasız dünyadan ayrılıp gitti. Kâtibe, annesinden daha fazla düşkün, Nazlı bacısı, onun kefenini diktiği vakit acısına nasıl dayanabildi acaba? Bu felaket yalnız kefen dikeni, anne ve kardeş kalbini değil, bütün memleketin bağrını dağlamıştı. Katibin cenazesi gecenin sabahında, hıçkıran bir kalabalık önünde, yukarı şehir caddesinin başında akan pınardan, ağır ağır ambar mahallesine doğru getiriliyordu. Bir gün evvel, oğlunun gitmemesi için, anne sitemiyle çınlayan ev, bir gün sonra, henüz güneş yayılmadan acı feryatlarla inledi durdu. Oğlunu kaybeden anne, saçını başını yoluyor; ağabeysiz kalan Reşat ve Nuri birbirlerine bakıp ağlaşıyorlar; hele kâtibin Nazlı bacısı, ağabeyinin acısına hiç dayanamıyor, hıçkıra hıçkıra boşanıyordu. Kâtip’e kim acımadı, kim ağlamadı ki? Onun zalim katillerine hiç kimse aferin demedi. Anlaşılıyor ki, kâtibin vuruluşu, bir mertlik gereği, bir namus kaygısıyla değil, bir katil duygusuylaydı. “Di değme di değme yaram derindir” diye sızısını saklayan kâtip, derin yarası karşısında “Yaram sağalırsa Mevlâ’m kerimdir!” diye diye gözlerini yumdu. Kendi öcünü bizzat alamadı, kanun onu gayet çabuk ve fazlasıyla aldı. Esasen kanun, öcünü alamayanların demir pençesi değil mi? Katiller hemen yakalanarak kelepçelendiler. Halkın lanet ve nefretleri arasında adliyeye teslim edildiler. Onlar senelerce cezalarını çekmiş bulunsun, fakat halkın ruhunda hâlâ kâtibin acısı unutulmamıştır. Sabahleyin, Harput’a doğru Mezre’den çıkan her yolcu, yıldızların ışıladığını gördükçe içinde bir sızı duyar, belki ufuklara, kâtip’in kızıl kanı fışkırıyor sanarak, dağlanıp yürür gider zannederim

Türkünün Sözleri:

Mezre’den çıktım, ağrıyor başım,
Dumdum kurşunuyla serildi leşim;
Bana sebep olan Arap gardaşım

Di değme de değme yaram derindir,
Yaram sağalırsa, Mevlâ’m kerimdir!

Mezre’den çıktım, yıldız ışılar,
Kâtip’i vurmuşlar, kanı fışılar,
İmdada gelmiyor hain komşular,
NAKARAT
Atımı bağladım ben bir dikene,
Tükettin ömrümü, ömrün tükene,
Benden selam edin, kefen dikene,
NAKARAT
Atımı bağladım nar ağacına,
Benden selam edin nazlı bacıma
Bacım dayanamaz benim acıma
NAKARAT
Sara’nın evleri Top Top’a bakar,
Kâtip’i vurmuşlar alkanlar akar,
Bir mahle kâtip’in yoluna çıkar,
NAKARAT
Anam yoğurdumu ayran eylesin,
Çıkıp yücelerden seyran eylesin,
Yoluma bakıp da hicran eylesin
NAKARAT
Sabahleyin kalktım, çantama baktım,
Melül, mahzun alıp atıma taktım,
Anama uymadım, bağrımı yaktım,


Türkü:

Sanatçılar türkünün farklı bir versiyonu söylemektedir.

Copyright © 2023 Tüm hakları saklıdır.